Çarşamba, Ocak 09, 2013

Un Kurabiyesi


Dağılan bir un kurabiyesinin  batı sarmalında
kabartma tozundan bir kafa
uzanmış mı dışarı
seyrediyor mu saçılanları
kurabiyeden kökenlenişini yadırgıyor mu
ne kadar uzaktır acaba en yakın  un adacığı

Yoksa daha mı önemli
yaptığı,
fırınladığı,
patlattığı
kendini beğenmiş karbondan kafasında
Olympos'tan tepe taklak düşen bir tanrının
pudra şekerine bulanmış un kurabiyesini
bir intihar bombacısının?

Cumartesi, Ocak 05, 2013

Ay Korkusu


"Arapçanın güzelliği ve Mahmut Derviş'in dehası ile bir cümlenin mütemadiyen iki üç uygun anlamı tamamladığı, bu yüzden Türkçeye çevrilmesini imkansız bulduğum, çevrilirse de tadının kaçacağına inandığım,  Khayef min El-Kamar şiirinden esinlenerek tam bu sebepten yazılmıştır."

Sakla beni, Ay doğdu,
belirleyecek
kayalarda birikecek
tuzu aceleci gezegenler.

Sakla beni,
taş ile kalaylanmadıysa,
Güneş’i yansıtana kanmadıysa kalbin,
sakla.

Sakla beni, ay doğdu.
Aydınlattı evimi
ve gördüm tenimi
 ağaçtaki ilmekte.

Unut aynaların gizemini,
Armstrong’un zaferini.
Unut anlamak için
yansıların gerçekliğini.

Uyku Yazın III


Mavi bulutlu gökyüzü
sarılık geçirmiş bir hasta 
yeryüzü.
Artık o iğrenç solucanlar kaynamıyor toprağın neminde.
Gamma dalgası kabusu bu da yeryüzünün,
sinizmi küçümsemende ve huzursuz uykularında uyanan bir bahar.




Uyku Yazın II


 Dünyanın kenarından isimsizlerin karanlığına sarkmış
 İki başlı bir ejderha olduğumu bilirim sadece.
 Bir başımın adı gözü yarı kapalı, 
 Diğeri  düzlemin bilinmez eğiminde.


Cuma, Kasım 23, 2012

Toprak İnsanının Evi


"Teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin, belli bir düzene sahip toplumlar diğerlerine fark atar, aile toplumun harcı, çimentosudur.”  Nimet Çubukçu

Aile ile ilerler ektiği toprak olanlar,
ama bunlara benzemez toplum biçip yaşayanlar.

__________________________________________________________________________________________

Evreni kısrak tepili, kaplumbağa süratli,
insanı kısır tepili, dölüt kabukludur.
Bir  midye gibi basittir içi.

Karışmaz içinde yaşayanların yolu nasıl aldıklarına,
doğumlar ve ölümler,
düğünler ve cenazeler,
zevk ve vahşet çığlıkları
meteorit kıvılcımları gibi görünür
duyargaçlarına.

Söylenebilir mi ilgi beklediği kanat gerdiklerinden?
Kapısı ve pencerelerinde oynaşıyorsa tahta kurtları,
Duvarlarında ve döşeme altlarında kaynaşıyorsa hayvanatlar,
Sadece insanı mı gözetir toprak ev?

Bir krematoryum rahminde; kaldırır boynun yukarı,
şaşmaz kasırga vaktinde üfürüklü burnun buharı.

Merkezsizdir toprak insanının evi,
Yok olursa insanlar yok olur mu onlarla bilgelik?
Varlıkla sorar çünkü insanlara kendilerini kaybettirecek soruları,
Yoklukla sorar çünkü insanlara kendilerini bulacakları soruları.

Toprak insanının evi herkesin bilmediği bir gerçeği bilir.
Çocuklar değildir, ama belki bir delik,
Bir dede değildir, ama belki bir mağara,
Bir aile değildir, ama belki bir ağaç,
bir insan değildir ama bir evdir toplumun harcı.

Salı, Kasım 20, 2012

Uyku Yazın I


Başka bir insana getiriliyorduk, oradan kıllanarak alış veriş yapılıyordu.
Eğer izin verirseniz cümle  felaket ile sonlanmadan ben konuşacağım.
Daha derin ağzında, muhabbeti geriye saran zenci.
Bu ev arazinin köküydü!

Salı, Ekim 20, 2009

İki insan Bir Mekan

Uzun süredir blogumun içeriğine yeni bir şey eklemiyordum. Şimdilik, eklediğim zamanlar ile şimdi arasında bir kıyaslama yaparak bir beyaz örtüyü yırtmak, ötesindekini görmek istiyorum. Ve bu, yırtığın arasından en çok sevdiğim ten rengini görebilecekmişim gibi heyecan veriyor bana.

Bundan sonra şu bloga ekleyeceklerim biliyorum ki çok farklı olacak, çünkü benim kendimi hayat yoluna koyuşumda şöyle bir değişmez var ki değişmemeyi yadsırım. Bir kaç yıl önce düşünüp yazdıklarımda şimdi fena açmazlar görüyorum, ama bunları değiştirmemeyi tercih ederim. Çünkü bu benim karakterim. Okurlara aralıklarla baktıklarında hiç bir zaman aynı tadı yakalayamayacaklarını taahhüt ederim. Şimdiye kadar bütün sanatlarda enler hep kendi tarzlarını yaratarak ustalıklarını ispatladılar. Ben ustalaşamayacağımın ispatı olarak bir yerin ortasında durmamayı seçiyorum ve durduğum yerde merkezkaç yaratmamayı. Bunu başaramamışsam bilin ki ben ikiyüzlüyüm.

Bu bir saldırı değil, öyleyse bile sadece kendime. Şu orta paragrafa yazdıklarım yaratıcı imgelemimin neden durduğunu bana, anlatabildiğim ya da hadi oradan anlayabildiğiniz kadarıyla okuyanlara açıkladı. Eskiye erişemeyeceğimi düşünerek yazmayı bıraktım. Bunda bir sürü insanın diş çürüten yıkıcı yaklaşımının payı vardır. Yazmayan insanlar yazdıklarımı eleştirdiğinde - ki bunlara eleştiri demem gereksiz bir inceruhluluk - artık çok büyük bir cesaret ve açıklık bekliyor onları, ne yazık onlara. Öyle etkilendim ki yazan çizen canım ciğerim insanların benden habersiz yazılarımı bazı arkadaşlarına okutmaları, yayınlamaları; bunların geribildirimini bir şekilde almak gibi çok yapıcı tavırlardan faydalanamadım. Edilgenlik mi bu ya da ket vurmaların birinin desteği olmadan çözülememesi mi? Ben savaşacak coşkuyu her zaman kendimde bulamam. Silahsız savaşa girilmez.

Yeniden yazmaya başlamamda iki insanın ve bir mekanın etkisi var;

Birincisi en iyi arkadaşlarımdan biri. İstanbul'dan Mersin'e yerleştikten sonra konuşmalarımız, tartışmalarımız ve üretken olmanın önemi üzerine düşüncelerimiz 4-5 aylık bir süreden sonra ancak meyvelerini verdi. Onun da şu sıralar yazmaya başladığını biliyorum, galiba birimizin yazmaya başlaması diğerini etkiledi. Bu değilse, ki olmaması güçlü bir ihtimal; kösteklenmiş bir yaratıcılığa yeniden ruh üflemek kolay bir iş değil.

İkincisi de tekrar tekrar okudukça yazdıklarından çok daha fazla şey anladığım, fakat henüz çok fazla hakkında bilgi sahibi olamadığım biri. Kabul ediyorum ki 4-5 aylık düşünsel ve eleştirel sağaltımın niteliksel bir sıçramaya dönüşmesindeki rolü büyüktür. Fakat insanlar bir çok konudaki tavırlarına lanet okutabilecek kadar farklı kişilikler gösterebiliyorlar. Hangi tavırlarla karşılaşmaktan korkuyorum uzun uzadıya anlatmak isterdim fakat konunun dışında olduğunu düşündüm şimdi. Bu bahis hakkında çok fazla bir şey öğrenemeden kapanırsa şaşırmam. Oysa ki çok şey merak ediyorum.

Ve mekan, Çukurova Üniversitesi'nin kütüphanelerinden biri. Yalnız kalacağım bir buçuk saat boyunca durmadan yazdım. Çok şişman fakat o an baktığımda sempatik bulduğum bir kız bir ara yeniden bir kalem inşa etmeye koyuldu. Bana çok uzun bir süre boyunca ona doğru baktım gibi geldi niye ses çıkarmadım bilmiyorum. Ses yapma lütfen gibi şeyler söylemeye hiç niyetlenmediğimden herhalde. Nihayet yüzüme baktı, rahatsız olduğumu sandı fakat özür dileyecek bir mimik bile gösteremeden elimdekini kalemi kendisine uzattım. Kutusundan başka bir kalem çıkarıverdi salak şey. Yani neredeyse iyi niyetim, uzun bir süre sonra, kalem kaldırmadan bitirmekte olacağım sayfaların cisimleşmesini engelleyecekti. Yaklaşık bir kırk beş dakika daha yazmaya devam ettim, hiç dikkatim dağılmadı. Adana sayfalarıma tekrar baktığımda 7 sayfada bile anlatmamın mümkün olamayacağı bir işe giriştiğimi gördüm. O yüzden eksikler tamamlanmadan o yazıyı yayınlamayı düşünmüyorum.

Yazmadığım süre boyunca blogumu seyredip seyredip kapatıyordum. Bunlar çarmığa gerilmiş İbrahim gibi yanmayı beklerken çimdikleyen yağmurlarıyla beni ıslatıp bu gün yeniden blogun yayına başlamasına çanakçılık yaptılar. Yazmaya başlayan benim, o yüzden onlara etmem gereken teşekkürün miktarı sizi ilgilendirmez.

Ütülenmiş Yalnızlık, Üst Bilincin Yıkımı

İşte şu dirseklerinizin üstünden kolunuzun dışa bakan tarafındaki ürpertiyle gelen algının durulması durumu. O, algınız geri yerine oturduğunda hayatınızdaki zavallı bir kaç saniyeye dönüşür. O an belki bir şey düşünmüş olduğunuzu sanarsınız, belki düşünmüşsünüzdür ama asla hatırlayamazsınız. Çünkü düşünmediniz, kendinizi kandırmayın.

Bunların hiç biri size asla olmadı, işte bu yüzden sanki sizin bedeninizde cisimleşmiş gibi yazdım. Böyle bir his ile tek başıma olmam hiç hoş değil, kendinizden utanmalısınız.

Diz çökün ve her an cinsel organınıza bastıracakmış gibi göbek deliğinizin altında ellerinizi birleştirin. Af dileyin, bunun normal olmadığını bilmek marifet değil. Bilmek marifet değil.

Cuma, Eylül 21, 2007

Yaşasın Komün, Eugène Châtelain 1871 Paris

Ben açık sözlü ve kaygısızım;
İnan olsun, bununla gurur duyuyorum!
Seçtiğim bayrak
Kızıl kırmızıdır.
Kanımdandır rengi
Kalbimin içinden dağılan.
Yaşasın Komün!
Çocuklar,
Yaşasın Komün!

Evet, kesinlikle kırmızıdır
En güzel simgesi
İşçi yurttaşın;
Bu yüzden seviyorum onu.
İşçilerin bayrağı
Her zaman en iyisi olacaktır.
Yaşasın Komün!
Çocuklar,
Yaşasın Komün!

Canileri sevmem,
Dayağı da;
Ama bütün çocukları severim,
Arkadaşım olurlar
Onlarla oynarken ben,
Şarkı söyleriz, canı gönülden:
Yaşasın Komün!
Çocuklar,
Yaşasın Komün!

Komün, bilirsiniz,
Küçük cesur insanlar,
Neymiş o ? Dinleyin hepiniz:
Yaşamak içindir kardeşler.
Ve biz büyüdüğümüz zaman
Zalimlerle dövüşeceğiz.
Yaşasın Komün!
Çocuklar,
Yaşasın Komün!

Adaletini doğrulamak için
Cumhuriyetimizin,
Alt etmemiz gerekli bizim kralları
Ve onların bütün alayını
İyi Tanrıdan ve İsa’dan fazlası!
Rahiplere ihtiyacımız yok artık!
Yaşasın Komün!
Çocuklar,
Yaşasın Komün!

O zaman geldiğinde,
Hiç bir ailenin
Çocuğu olmayacak çıplak ayaklarını
Çaputlar içinde sürüyen.
Herkesin biraz ekmeği olacak,
Bir işi, iyi şarabı.
Yaşasın Komün!
Çocuklar!
Yaşasın Komün!

Cumartesi, Mayıs 26, 2007

Mavinin Keşfi

Yeşilin büyüsü büyürken titreyince mavi, parıldayarak, aramanın heyecanı ışığı fark eder. Maviyi ve yeşili anlamlandıran ışık gözler çözülürken bolluğu müjdeliyordur. Mavi ve yeşil hiçbir zaman yalnız değildir. Belki onlar, kendilerini kutsayan ışığın sayısız çocuğundan sadece birkaç binidirler. Ama ışık onları unutmaz. Tek başlarına güzellikleri hiç kimseye yetmediğinden değil, yapıları ve doğaları bir olduğundan, nakış gibi işlenebilsinler diye dağa, taşa, düne, yarına, ve umuda; onlara diğer renkleri, dokuları, teni, saçları, kirpikleri ve kaşları, dudakları hediye eder ve onları ses ile tanıştırır.

Gözlerindeki yeşilin arayışı,

Onlar kadar derin,

Onlar gibi maviş bir kürede
Dünyayı emzirecek kadar yaprak dolu memeleri ile
Bir ormanı yaratamamanın,

Topraktan kopmuş olmanın tekliğini görmezden gelmek için
Uzanıp bir tıraşsız ağacın gölgesine
Sütten en erken kesilmiş en taze ve en zayıf yaprağı
Karınca saflarını yere sererek tutuşturmanın,

Ve gözbebeklerinin karanlığında
Annelerini kaybetmiş kuzulara
Çobandan kurtulmuş olduklarını müjdeleyen, evrenin en dingin
Zafer şarkısını çalan kavalın
Deliklerinden çıkan havaya dem tutan rüzgarla ıslatılan gözlerin
Hüznü, çaresizliği
Ve Matemiyle taşar gözlerden.

Arayış kendini aşar. Ama yine de esirler, nasıl bırakılır biliyorsanız, öyle bırakılır.

Öyle susuz, bilgisiz, perişan. Unuturlar kendi başlarının çaresine bakabildikleri zamanları, ararlar efendilerinin karalığını. Köleler gibi ışıktan kaçarlar, göz kapaklarının zindanına sığınmışlardır. Artık yaralı kuşun kanadındaki tüy gibi rüzgara düşmandır onlar, sonra ne o maviden, ne yeşilden, ne de karıncalardan gerçek bir dost bulamamışlardır. Anlamlarını özdeşleriyle bulmuşlardır, onlarla kaybederler.